Biraz Sessizlik, Tüm İstediğim Bu

Julie Andrews gibi etek savurmalık manzaralar

Geçenlerde Hush filmini izliyordum. Sağır ve dilsiz bir kadın, romanını yazmak için çekildiği bir orman evinde bir seri katille mücadele ediyordu. Seri katil devreye girmeden önce kız kardeşiyle bilgisayarda işaret diliyle konuşurken kız kardeşi onun için endişelendiğini belirtince kadının verdiği cevap kayda değerdi. Şehrin gürültüsünden kaçtığını söyleyip güldü. Kendi çapında bir şeyler karalayan, en azından yazarak para kazanmaya çalışan biri olarak en özdeşleştiğim sahne belki de burası oldu. Gürültü, sesten de öte bir şeydi.

Yazı yazarken tam konsantrasyon için tam sessizlik arayanların yaşayabileceği en yanlış şehirde yaşıyorum hissine kapılıyorum bazen. İstanbul, her türlü sesin birbirine karıştığı bir karmaşa ortamı. Bunun dışında gürültüyü neredeyse kutsayan, gürültünün rahatsız edici olabileceğini aklına bile getirmeyen bir kültürümüz var maalesef. Bunun en güzel örneklerden birine İtalya turunda, Floransa'da denk geldim. Anlatayım:

Floransa'da bir yalnız çatal




Kurban Bayramı'nda Türkiye başta olmak üzere birçok ülkeden otobüs dolusu turist şehre bırakılıyordu. Ama merkezin biraz ilerisinde, Medicilere ait kalenin duvarı boyunca uzanan sokakta merkeze kıyasla pek kalabalık yoktu. Tura çıktığım arkadaşımla bu sessizliği fırsat bilip bir pizzacının masasında bir çiftin yanına kurulduk. O güzelim sessizlikte çıngır çıngır bir ses yankılanmaya başladı. Gözümüzü sesin geldiği yöne çevirdik; otobüsümüzdeki gıcık ailenin gıcık oğlu yere düşmüş bir çatal bulmuş, onu tekmeliyor. Tam ona söylenmeye başladık ki yandaki çift de Türkçe konuştu. Gürültü çıkaran Türkiye'den gelen bir turist olduğunu tahmin etmişler, tanıdığımız çıkar diye aralarında konuşmaya çekinmişler.

Çocuk, sessizliğin tadını çıkarmayı bilmiyor, çıkardığı sesin rahatsız edici olabileceğinin farkında değil, ailenin geri kalanının uyaracağı da yok çünkü onlar da gürültünün rahatsız ediciliğinin farkında değil. Algınızda seçicilik yapmak istemem ama özellikle İstanbul'daysanız ve henüz benim kadar rahatsız olmadıysanız çalan korna seslerine ve yan yana gelmek yerine sokağın bir ucundan diğer ucuna veya alt kattan üst kata bağıran insanlara kulak vermenizi tavsiye ederim. Hele hele, egzozlarının susturucusunu çıkaranlar ve arabada son ses müzik açanlar bana bir gün kafayı yedirecek. Anadolu yakası, Avrupa yakasına göre nispeten sakindi ama orası da artık gürültünün eksik olmadığı bir şantiye alanı.

Seni görmez olaydım Salzburg


Kendi halinde bir saray bahçesi...

Salzburg dönüşü gürültüye olan hassasiyetim iyice arttı. Salzburg biletimi aslında Hallstatt'ı görmek için almıştım. Hallstatt gerçekten de fotoğraflardakinden güzel, tablo gibi bir yer çıktı. Ama moralimi bozan orası değil çünkü UNESCO korumasında küçük bir köy, koca metropolle kıyaslanamaz ve isteyen Salzburg'lular bir hafta sonu piknik eşyalarını toplayıp buraya veya civardaki diğer harika yerlere gidebilirler. Fakat Salzburg'un kendisi, İstanbul'a dönecekler için bunalım sebebi.

Salzburg İstanbul kadar gelişmiş olmasa da bence İzmir'e yakın bir seviyede. Şehir parkları özellikle dikkat ettiğim unsurlardan biri ve Salzburg şu ana gittiğim şehirler arasında beni en çok parka doyuranı oldu. Şehir aslında çok büyük değil ama yapacak çok şey var. (Gerçi Alplerin ortasına kurulmuş şehirde yapacak hiçbir şey bulamazsanız oturup manzarayı seyredersiniz.) Birincisi, neredeyse eski bir şehir kadar geniş olan kalesi var. İkincisi, kanalın diğer tarafında trekking hissi veren tepesinde devasa bir şehir parkı, hatta ormanı var. (İki gün kaldığım otel tam onun dibideydi. Her sabah bülbül gibi şakıyan turuncu gagalı siyah kuş, gönlümdesin.) Üçüncüsü, şehir merkezinden yaklaşık yarım saatte ulaşabileceğiniz, Sound of Music filmine de fon olmuş beş kilometrelik müthiş bir yürüme yolu var. Dördüncüsü, yolun sonundaki Hellbrunn Sarayı'nın Maçka Parkı'ndan büyük (ve huzurlu) bahçesi var. Yazarken bile yüreğim sıkışıyor. Bunlar bir de Hallstatt'ı çıkarırsam iki güne sığdırdığım kısmı. Hepsinin ortak özelliği: Hiçbirinde kayda değer bir gürültünün olmaması! Kuş sesleri hariç...

Salzburg olmazsa Meteora da olur



Sessizlik açısından beni daha nereler tatmin etti diye düşünüyorum. Aklıma gelen yerlerden biri Meteora. Tam sessizlik için kendimi oradaki manastırlardan birine kapatayım demiyorum elbette ama oranın köyünden bir küçük eve hayır demezdim. Oraya da kardeşimle en kalabalık olabilecek Paskalya zamanı gittiğimiz halde birkaç günde huzur dolarak dönmüştük.

Zizek'in memleketi Ljubljana da olur



Yılbaşında aşırı ucuz bileti var ve Bled Gölü'ne yakın diye bilet aldığım Ljubljana da aklımın kaldığı şehirlerden oldu. Bu mini mini başkentte, baldırlarımı yakıp geçen turuncu alarmlı -13 derece soğuğa karşın insanlar sımsıcaktı ve tam yeni yıla girerken çılgınca (evlerin bahçesinde bile, öyle çılgınca) havai fişek patlatılması dışında kendimi burada bırakabilirdim. Sınırlar olmasaydı...

Prag'a giderken Nürnberg'i keşfetmek



Ucuz uçak bulamadığım Prag'a gidebilmek için Nürnberg'den geçmeye karar verdiğimde bu küçük Alman şehrini neredeyse Prag'dan daha çok seveceğimi tahmin etmemiştim. Yine sessizlik, yine nezaket, huzur da huzur. (İçinden temiz bir kanal akan şehirlere ayrı bir zaafım var sanırım. Hele de eski binalar veya yeşillikler arasından şırıl şırıl akmıyor mu içim gidiyor.)

Sen de çok büyüksün Paris



Gürültü gözüyle bakıp beğenmediğim şehir olmadı mı? Oldu elbette: Paris. İstanbul gibi büyük bir şehir olan Paris'te kornalar, aceleci ve yüksek sesli insanlar gırlaydı. Yine İstanbul'la kıyaslanacak kadar gürültü yok tabii, bir de merkezi olmayan yerleri muhtemelen daha sessiz. Ama haydi taşın deseler, ilk seçeneğim olmaz. Daha iddialı konuşacak olursam, Nice'in yanında esamesini okumam.

İşte böyle... Hayal kurmak bedava. Yolun sonu yine karmaşaya, gürültüye çıkıyor. Birçok akranım gibi Ege ve Akdeniz köylerinde gözüm var ama şehre alıştıktan sonra emin olamıyorum. Yukarıda verdiğim örnekler, kalabalık ve gürültülü olmasa da biraz şehir emareleri gösteren yerler aslında. Şimdilik sadece Avrupa'yı gezebildiğim için oraları yazıyorum. Görmediğim yerler arasında Yeni Zelanda'dan yana epey umutluyum. Bakalım, belki bir gün...

Benzer Yazılar

0 yorum