Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik Ama Bulamadık



Seyahat etmek, o zamana kadar sadece İstanbul'da yaşamış insanları bir süre sonra mutsuz edebiliyor. Kendim için konuşursam, yemyeşil şehirlerden dönüp betona çakılmak bana inanılmaz bir sıkıntı vermeye başladı. Birkaç günlük tatillerden sonra bile... Döndüğümde adeta nefes almakta zorlanıyorum, ciğerlerime çektiğim şey sanki hava değil.

İstanbul'da yeşil alan denilince aklınıza ne geliyor? Gezi olaylarını hatırlayın. İşin politik yanı bir yana, her şey bir ağaçla başladı demiştik. Peki, Gezi Parkı'nı bir baştan bir sona yürümek kaç dakika? İstanbullular, o kadarcık nefes alma alanını bile korumak zorundaydı. Daha sonra gerisi geldi ama ağaç katliamı bir yerlerde bir şekilde hala maalesef devam ediyor.

Gezi'den önce bir kere Selanik-Kavala turuna katılmış olsam da asıl seyahatlerim Gezi olaylarından sonrasına denk geldi. En sanayileşmiş ülkelerden biri olan Almanya'nın bile yemyeşil olduğunu görmem ve doğup büyüdüğüm yerden soğumam da bu zaman zarfında oldu. Şehir merkezinde tek başıma sessiz sakin kitabımı okuyabileceğim veya birileriyle çarpışmadan koşabileceğim hangi parklar vardı?

Nişantaşı Sanatçılar Parkı

Gezi Parkı Taksim'in tam ortasında, çok güzel ama sessiz sakinlikten çok uzak. Yıldız Parkı, Maçka Demokrasi Parkı, Kuruçeşme Parkı, Gülhane Parkı, Anadolu yakasında Feberbahçe Parkı... Kendi kulvarlarına fena sayılmayabilirler ama yine de şehrin çok fazla baskın olduğu ve aradığınız huzuru tam olarak sunamayan parklar. Belgrad Ormanı? Gidene kadar insanın imanını gevreten bir uzaklık ve özellikle hafta sonu ağzına kadar dolu bir piknik alanı. Hiç doğal olmayan bir şekilde yapılmış Göztepe 60. Yıl Parkı gibi zorlama parkları saymıyorum.

"Cetvel Artığında Zen Arayışı: İstanbul Parklarına Bir Bakış" adlı röportajda Bianet muhabirleri, peyzaj mimarları Faruk Dığış ve Christina Nevans'ın fikirlerini almış. Faruk Dığış, "Parklar garip desenli çiçek motiflerinin sergilendiği, devasa sert zeminlerin olduğu yerler değildir. İnsanların doğayla yaklaştıkları, onunla temas ettikleri noktalardır. Türkiye'de parkların planlaması 'cetvel artığı' mantığıyla yapılıyor. Yöneticilerimiz 'yeşil alan yaptık' diye bize karayollarının yanındaki refüjleri gösteriyorlar. Bunlar yeşil alandır ama aktif yeşil alan değildir. Burayı insanlar aktif olarak kullanamaz. Şehircilikte 'kişi başına düşen aktif' yeşil alan diye bir şey var." Dığış, bu oranın "gelişmiş ülkelerde 20-25 metrekare seviyelerinde olduğunu belirtiyor. Hatta aşağıda belirteceğim Münih bunu 2023 yılına kadar 40 metrekareye çıkarmayı planlıyormuş. Bizdeki oran sadece 1,2 metrekare... (Galiba sızlanmaya hakkım var.) Röportajın tamamını şurada bulabilirsiniz. Meraklılar için küçük bir infografik de burada.



Avrupa'dan İbretlik Birkaç Şehir Parkı


Englischer Garten: Gittiğim yerlerde irili ufaklı parklar gördüm, hatta kimi zaman İstanbul'dakilerle kıyaslamak için özellikle gidip baktım. Ama bu kıyaslama sonucunda beni en ağlamaklı yapan yer açık ara Münih'teki Englischer Garten. Kendileri mütevazı davranıp bahçe demişler ama park demek bile haksızlık olur. Kendisi, iki şehirde uzanan bir orman. Üstelik Münih'in merkezine on dakikalık yürüme mesafesinde.

İçinden dere geçiyor, küçük şelaleler var, ördekler koşuşturuyor, insanlar köpeklerini gezdiriyor, öğrenciler çimlere yayılıyor. Parkın çok ötelerinde yapay bir göl varmış, insanlar güzel havalarda cıbıl cıbıl yüzüyor ve muhabbet ediyorlarmış. Bağrışma, yüksek sesli müzik veya mangal dumanı yok. Sadece doğa ve kendi halinde insanlar. Anlatmaya devam ederek daha fazla sinir bozmak istemem. Özetle cennetten bir köşe.


Varna Sea Garden: Birçok kişinin aklına bile gelmeyen şehirlerden biri Varna. THY buraya uçuş düzenlediği için her yerde tanıtıma başladıysa da kimsenin kanına girmemesini yeğlerim. İstanbul'dan çıkıp sadece yedi sekiz saat içerisinde varabileceğiniz bu şehir, park konusunda beni Münih'ten sonra en çok üzen!? yer oldu. (Bundan bir de Burgas'ta varmış.)

Parkı, tabiri caizse çift katlı. Sahil yolu parkla paralel devam ediyor. Bir dönemeçte sahil yolu ve park yolu birleşiyor. Özellikle parkla birleşen noktaya yakın yerdeki turkuvaz Karadeniz manzarası unutulacak gibi değil. Bu manzarayı bir bankta ağaçların gölgesi altında seyredebilirsiniz. (Bizde nedense parklarda ve sahil yollarında o banklar en açıklık yerlere konulur, tahta veya metal kavrulur ve üzerine yazın oturulmaz.) Yer yer mısırcılar ve dondurmacıların olduğu bu parkta gayet güzel kafa dinleyebilirsiniz.


Atina Şehir Parkı: İlk gittiğimde Atina Şehir Parkı'na girememiştim. İkinci gidişimde son anda girmeyi başardık. Yukarıda bahsettiğim parklardan biraz daha ufak ama içinde uzun uzun her daim yeşil kalan ağaçlar, mandalina ağaçları ve mini bir hayvanat bahçesi barındırıyor. Hayvanat bahçesi dediğime bakmayın, öyle hayvanların sıkış tepiş olduğu bir yer değil. Keçiler dolaşıyor, kocaman bir kafeste muhabbet kuşları uçuşuyor.

Bu park şehrin ana meydanı olan Sintagma Meydanı ile görkemli Olimpeion arasında geniş bir alanı kaplıyor. Bitkilerin sarmaladığı çok hoş, romantik bir koridor bile var parkta. Yine tatlı tatlı vakit geçirilebilecek ve isteyince hemen merkeze dönülebilecek güzel bir park.

Narenciye ağaçlarıyla Atina Şehir Parkı

Milano Şehir Parkı: Bana Gülhane Parkı'yla en yakın mantıkta gelen şehir parkı bu. Gerçi Gülhane Parkı, doğrudan Topkapı Sarayı'nın dış bahçesiymiş. Milano şehir parkı da Sforzesco Şatosu'nda, yani Milano'nun eski şehrine birkaç dakikalık yürüme mesafesinde ama tahmin edersiniz ki parkın kendisi birkaç dakika yürümeyle bitmiyor.

Parkın girişinde (ya da çıkışında) ufak bir meydan var. O kısımda ağaçlar yok. Gençler basamakalra oturmuş. Kaykaylılar, kitap okuyanlar. Küçük tabelayı görünce nedenini anlamanız zor olmuyor: Bedava Wi-Fi alanı. Parkın girişinde harita var çünkü o kadar büyük ki kaybolmanız işten bile değil. Bu park, Selanik-Kavala'yı saymazsam yurt dışı seyahatlerimde ilk karşılaştığım parktı. Sessizlik, kitap okuyanlar, köpeğini gezdirenler, İtalya'nın birçok yerinde olduğu gibi çeşmeler, ağaçlar ve tabii ki bir yapay göl ve ördekler. İtalya'ya turla gitmemiş olsam o huzuru kesinlikle daha uzun süre yaşardım.

Ördekler insanlardan kalabalık.

Şimdi rüyadan uyanabiliriz.

Boş Alan Düşmanlığı


İstanbul'da ve Türkiye genelinde (birçok düşmanlığın yanı sıra) boş alan düşmanlığı var. Bir boşluk varsa hemen doldurulmalı. Market sırasında öndeki kişi bir adım ilerlediyse hemen ensesine yapışmalı. Arabayla giderken öndeki aracın tamponuyla arada sadece bir karış mesafe bırakılmalı çünkü o "boşluğu" gören başka biri araya girebilir. Ofistekilerle öğle yemeği için gittiğimiz bir kafe, çalışanları cezbedebilmek için bir bahçe düzenlemiş ama bahçedeki birkaç ağacın üstünde bile en az iki üç tane süs var.

Benzer şekilde, parklar da nefes alınacak alanlar değil, işe yaramaz boşluklar olarak görülüyor ve doldurulmak isteniyor. Park olarak kalabilen parklar da bir şekilde dolduruluyor; gerek gürültüyle, gerek dumanla gerekse başka şeylerle. Bir ihtimal, manzaralı çay bahçesi yapılıp fahiş fiyatlar isteniyor. Şanssız olanların üstüne beton döküp otopark yapılıyor veya işletmecilere kiralanıyor. Yeni bir tane yapılmasından bahsetmiyorum bile. Şehir merkezinde sessiz sakin bir park için öyle açlık çekiyorum ki geçenlerde birkaç metrekarelik de olsa yeni bir park keşfettim diye göbek atacaktım. Yine de tamamen umutsuz değilim çünkü güzel bir park, güzel bir şehir hasreti çekenin sadece ben olmadığımı biliyorum.

Gezi Parkı sayesinde halkın yaşadığı şehir üstünde karar verebileceğini gördük. David Harvey'nin alanında oldukça meşhur olan kitabı Asi Şehirler'de de halkların şehir üzerindeki haklarını savunmalarının gerekliliğinden bahsedilir. Bu şehirde yaşayan herkesin yapılacak değişikliklerde söz söyleme ve daha refah içinde yaşamak için değişiklik isteme hakkı var. Ne var ki, bu zihniyet yerleşene kadar, gittiğim şehirlerden hayıflanarak dönmeye devam edeceğim gibi görünüyor.

Benzer Yazılar

0 yorum