Ders Kitaplarında Gördüklerinizi Gerçekten Görmeye Hazır Mısınız?


"Ders kitaplarında gördüklerinizi gerçekten görmeye hazır mısınız?" Atina uçağından iner inmez havaalanı koridorlarında beni karşılayan cümle bu oldu. İtalya'nın altı ay vizesiyle gaza gelip aldığım beş uçak biletinden biri Atina biletiydi. İtalya, sonra bilmediğim bir ilhamla Varna otobüs bileti ve hemen ardından Atina. İndirimli uçak biletlerine göre de kendimi ayarlamıştım ama Atina torpilliydi. O yüzden onu "1. Bölüm"e aldım.

Birçok kişi için yurt dışı demek İtalya dışında Paris ve Amsterdam demek. O yüzden planlarımı anlattığımda Atina'nın arkasına Münih, Zürih, Brüksel ve Berlin'i sıralamam genelde şaşkınlıkla karşılanmıştı. "Zürih'te ne var ki?" (Tezer Özlü ve Leyla Erbil'in hatırası var!), "Münih'te  ne yapacaksın?" vb. Atina da daha popüler emsallerinin yanında ötelenen başkentlerden. Okuduğum seyahat kitaplarında bile kısaca anlatıp geçilmiş.



Neden Atina?


Gelin görün ki bir felsefe mezunu için Atina gerçekleşmesi iple çekilen bir hayal. Giriş yazımda da anlattığım gibi Efes Antik Kenti'ne ilk gittiğimde turnikelerden girer girmez felsefe bölümünü kazandığımın haberini almıştım. Daha sonra iki kere daha gideceğim Efes bana her seferinde yeni bir heyecan vermişti. Bu yazıyı yazdığım sırada Atina'yı iki kez ziyaret etmiş bulunuyorum, üçüncüsü de kısmetse aralık ayında.

Çağdaş Yunan Edebiyatı Antolojisi'nde Selanik'in modern, Atina'nın klasik akımı temsil ettiğini okumuştum. Mimaride de biraz öyle. Selanik'in de eski kalesi var ama genel anlamda daha genç, daha dinamik. (Başka bir bölümün konusu olsun o da...) Atina ise daha klasik ama onun da bambaşka, büyülü bir havası var. David le Breton, eşsiz kitabı Yürümeye Övgü'de "Yürüyüş dünyaya açılmadır. İnsanı mutlu yaşam duyguları içinde tekrar oluşturur" der. Gittiğim hiçbir yerde hayal kırıklığına uğramadıysam da bu cümleyi en çok hissettiğim yerlerin başında Atina geliyor. Akropolis ve bütün diğer kalıntıları gezerken kendimi yeniden bulurken zamanda yolculuk yapıyorum.



Zamanda Yolculuk


Atina da şehirleşmeden nasibini almış ama bence eserlerine biraz daha iyi bakmayı başarmış. İstanbul'daki eski eserleri düşünüyorum. Şehirle eser arasında o kadar az mesafe oluyor veya o kadar yüreksizce restore ediliyor ki (edilirse tabii!) kendimi çoğu zaman kaptırmam mümkün olmuyor. Kahire Müzesi'ne bir arkadaşımla giderken indiğimiz noktada ümidimizi neredeyse kesecektik. Küçükçekmece'de belki dünyanın tarih öncesi en eski mağarası var ama dökülüyor.

Bir de kadın olmak var tabii. O mağarada veya Yedi Kule surları boyunca bırakın tek başıma dolaşmayı birkaç arkadaşımla birlikte dolaşmayı bile gözüm yemez. Bizde tarihi kalıntı demek özellikle kadınlar için can korkusu demek. Atina böyle değil. Peşimde biri var mı diye sürekli arkamı kontrol etmek zorunda değilim. Kalıntılarda da, ara sokaklarda da birçok yalnız kadın rahatça dolaşıyor. Avrupalısı, Uzak Doğulusu... Hepsi de gönlünce giyinmiş. Kardeşim de ilk kez yurt dışına adım attığı Atina ve Selanik'te "Acaba kadınlara bir şey demiyorlar mı?" diye gözlem yaptığını söylemişti. Düşünün durumumuzu! (Merkez dışında Akademi'ye yöneldiğimde birkaç tekinsiz tip görmüştüm ama İstanbul'da doğup büyümüş birini çok zorlayacak bir durum değil. Fotoğrafları avluya girmeden çekip gittim.)



Bunun rahatlığıyla (eğer gerçekten yaşadıysa) Sokrates, Platon ve Aristoteles'in bastığı yerleri özümseyebildim. Mesela her iki gidişimde de Platon'un akademisinin olduğu hizaya baktım, Felsefenin temeli olan ve yüzyıllar sonra modern filozoflara "Platon'dan sonra yeni bir şey söylenemez" dedirten o satırları sahibinin ağzından dinleseydim nasıl olurdu? O zamanlar kadın olarak felsefe eğitimi alabilir miydim? Sokrates'in ve Aristoteles'in kadın düşmanı cümlelerini birebir işitir miydim? Varlık hakkında düşünceleriniz tamam da kadınlar konusunda sınıfta kaldınız diyebilir miydim yüzlerine?

Platon'un Akademi'sine giden yol...

Neyse, bunu şimdilik felsefe camiasına bırakıp şehre döneyim. Şehrin içindeki müzelerden herhangi birinden bilet alırken size yedi biletlik bir koçan öneriyorlar. Hiç düşünmeden kabul etmiştim, yine ederim, cennete giriş bileti gibi bir şey. İlk seferde tek başıma ürkek bir ceylan gibi iki yeri gözden çıkarmıştım. Bunlardan biri, yeşillikler içinde gizlenmiş Antik Agora'ydı. Yalnız olmadığım ikinci seferde hiç çekinmeme gerek olmadığını gördüm. Ayrıca Akropolis'in dibindeki Akropolis Müzesi ve Atina Arkeoloji Müzesi sayesinde de tarihte yolculuğumun eksik kalan parçalarını da tamamlamış oldum.

Keyif Ülkesi


Yunanistan iflasın eşiğinde. Yeni bir gelişme değil bu. Ekonomik kriz benim gittiğim zamanlarda da vardı. Ama ne zaman gittiysem insanlar kibar ve güler yüzlü, en azından merkezde böyle. Bizdeki merkezlerde, Taksim'de, Mecidiyeköy'de itilip kakılmaktan Terminatör'e döndükten sonra şaşırtıcı ve rahatlatıcı bir durum. Yunanistan'dan bir yetkili gel kal dese koşa koşa giderim. Krizi böyle geçireceğime öyle geçireyim. İnternetten iş yapabileyim bana yeter.

Yunanlıların keyif insanları olduğu yadsınamaz. Şehir merkezlerinde siestalarına çok denk gelmedim gerçi (adalarda hiç es geçilmiyor). Euro onların belini büktüğü gibi Türkiye'den gelenlerin de belini büküyor. Yine de fiyatları üçle çarpınca Türkiye'ye yakın fiyatlar çıkıyor. Euro fiyatı TL olsaydı diye düşününce delirmemek işten bile değil. (Schengen bölgesinden çıkmadan Drahmi'ye geçerlerse bir yerlerde gizlice göbek atabilirim.) Bir de bizde ancak pahalı bir yerde iyi hizmet alma anlayışı var. Ucuz bir yere oturup kabalıkla karşılaşınca "E biz de ucuz yere oturduk" deriz ve azarlansak bile sineye çekeriz.

Türkiye'de çeşitli alanlarda sunulan hizmet her zaman şartlara bağlıdır: fiyatlara, manzaraya, torpile, tutulan partiye vb. Atina'da ve Yunanistan genelinde, hatta Avrupa'da gittiğim yerde böyle bir şeyle karşılaşmadım. Hizmet, kimden kime olursa olsun hizmettir. Atina'da her seferinde güler yüz ve kaliteyle karşılaştım. Ayrıca en Akropolis manzaralı masalarda otursam dahi fiyatlar fırlamadı. Bizde bir restoran bir köşesinden deniz manzarasına bakmayagörsün...

Yunanca


Yunanca kulağa oldukça hoş gelen bir dil. Gerçi bana dil olsun. Keşke imkan olsa da dünyanın her şehrini görüp her dilini öğrensem. Yunanca konusunda biraz şanslıyım. Üniversitede bir dönem Antik Yunanca dersi almıştım. Tek başıma gittiğimde modern hali değişime uğramış alfabeyi yine de okuyabilmek şehir içinde özellikle tabelalarda epey işime yaradı. İngilizce genelde işe yarıyor (Güney İtalya'ya gitmeden Yunanlılar İngilizce bilmiyor dememenizi öneririm.) Hatta bazen Türkçe kelimelerle de gönlünüzü almaktan geri durmuyorlar.

Bunca şeyi anlattıktan sonra gözünüzde boynunda fuları, eli çenesinde, sürekli felsefe düşünen bir kadın canlanmasın. Tamam, gittiğim yerlerin elimden geldiğince felsefesini ve edebiyatını süzmeye çalışıyorum ama bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor! Gezdiğim şehirlerde magnet dışında kendime bir armağan belirledim: Oranın ünlü bir yazarının orijinal dilinde bir kitabı. İkinci gidişimde Atina'da hedefim şu: Kazancakis'in Zorba'sının Yunancası. Küçük bir kitapçıda Zorba'nın İngilizcesi bana göz kırpıyordu. "Zorba'nın Yunancası var mı?" dediğim anda yerlisinden bile bu cümleyi duymamış olan adam hayatımda duyduğum en coşkulu kahkahayı atmaya başladı. Teşekkür edip ayrıldığımızda ara verdiği kahkahasının devam ettiğini işitebiliyordum. Özetle, Yunanca kitap alamadım. İnternetten Sokrates, Platon veya Aristoteles ekitapları indirerek ukdemi yüreğime gömüyorum.

Üçüncü Ziyaretime Doğru


Diğer seyahatlerimde olduğu gibi Atina konusundaki tek rahatsızlığım zamansızlık. İlk seyahatimi hafta sonuna sıkıştırmıştım, ikinci seyahatimi Selanik'le birlikte dört güne sıkıştırdık. Böyle olunca bırakın şehrin yerlileriyle tanışmayı ve yaşam tarzlarına tanık olmayı yediğimin içtiğimin tadına bile ancak varıyorum. Yine de şikayetçi değilim. En azından şu kısıtlı zamana güzel anılar ve görüntüler sıkıştırabildim. Bir açıdan da ileride beğendiğim yerlerde daha uzun süre kalmak için ön keşif turları...

Üçüncü Atina seyahatim yine bir hafta sonu olacak. Belki bu sefer ona üç saat uzaklıktaki Delphi de plana dahil olur. (İtiraf ediyorum, antik kent bağımlısıyım!) Bakarsınız, bir zamanların en büyük kehanet merkezinde önümde upuzun seyahatler görürüm. O zamana kadar Sokrates ve Aristoteles magnetlerime bakıp iç geçireceğim ve elbette ara sıra kulaklarını çekmeyi ihmal etmeyeceğim.

Benzer Yazılar

0 yorum